15 Temmuz 2011 Cuma

Mavi Ekran

Hani denir ya ne oldum değil ne olacağım demeli, kimseye tam olarak güvenilmemeli, her an ölecekmiş gibi yaşamalı, bıdıbıdıbıdıbıdı... Hani hep bir şüpheli olma hali aşılanmaya çalışılır insanlara < merakla bağlantılı olan anlamı dışında> , hep bir tetikte olma hali, gardını düşürmeme hali...
Bense bu hale o kadar girmişim ki gerçeklikten çıkıyorum artık. Gidip geliyorum arada. Başarılı olduğumda başarısız olacağım olasılığına takılıp sevinemiyorum gönlümce, ulu orta, sevdiğimle iyiye giden her an ben içimden kötüye gitme olasılığını düşünerek tedbiri elden bırakmayan halimle savaşıyorum içten, ilk vizem güzel gelirse finalim kötü geçerse diye ona da sevinmiyorum ve her ölümü düşündüğümde sahip olduğum bütün iyi-kötü olasılıkların da "yok" olacağını tekrar tekrar hatırlayıp gün geçtikçe "olmamışı" yaşıyorum. İlk kim bana "büyük konuşma..." dediyse yakasına çöküp, kafasını kaldırıma vurup, gözlerini de herhangi bir okulun sivri demirlerine geçirmek istiyorum. Çünkü her konuda şüphe insanın içine bir girdi mi onu yer bitirir. Olmamış ama olacak olana dair şüphe de beni yiyor işte. Mutluyken mutsuzluğu, beraberken ayrılığı, başarılıyken başarısızlığı, yaşarken ölümü düşünüyorum ve bazen daha çok hissediyorum açıkçası. Kısacası korkuyorum. Ama korkarken de korkmamayı yaşıyorum. DIN! (Mavi ekran sesi)

19 Aralık 2010 Pazar

Biraz Giyinmelisiniz Diye Düşündüm

Çok yakın bir arkadaşım "Üniversitede geçirdiğin her bir yıl sanki seni 10 yıl büyütüyor, göreceksin." demişti. Gördüm. Üniversitede şöyle olur, böyle olur zırvalamalarına girmek değil niyetim ama insanlara baktıkça suratımda beliren "aşağılama gülüşü" ifadesi, günlük kullanıma uygun ve yan etkisiz gündüz kremi gibi doğal olmaya başladı, bundandır rahatsızlığım.

O kadar ilginçsiniz ki. Mesela ben, birbirinizin arkasından atıp tutup sonra şapur saçma öpüşlerinizle tarihe yataklık ediyorum. O kadar içiçe geçmiş ki siz bile hangisiyle olduğunu bilmediğiniz çıkarlarınızla uyuyorsunuz her gece. On adım geriden izlemekle bütün iğrençliklerinizin farkında olmaya başlamak bunu yazdıran. Yazıyı üzerine alması gereken kişi/kişiler yok. Herkeste aynı hikaye her gün dinlediğim. Mekan ve kişiler farklı, hikayeler aynı. Belki de biraz yaşanmışlıkla büyümek arasında saflıktan çıkmaya başlamak bu farkındalık, büyük bir rehber varlığında.

Belli başlı konularda o kadar "prensipsiz"siniz ki, lafları havaya megafonla atıp, bu hareketin gerektirdiği davranışı yapmamak için "mp3player"larınızın kulaklıklarını takacak kadar boşsunuz. Ve korkaksınız. Ona buna ayıp olur diye kendiniz "kayıp" oluyorsunuz. Çağdaş olmayı "prensipsiz" ve "rahat" olmak sanıyorsunuz ama sadece "basit" oluyorsunuz.
Aile ortamı içinde "üniversite de bitirmiş adam aslında..." diye bir tabir vardır saçma bir tavır sergileyen insana dair. Sevgili aile olmuş ve olacak saf insancıklar size sesleniyorum. Etrafım üniversite okuyan insanlarla dolu, ne ortamlar ne ilişkiler... Saflığınızı yirim sizin.

Bi' de herkesin yaptığına karşı duran "cool" tiplerimiz var; "dadından yinmez." Her yaptığınız takip edip ama takip ettikleri aracı -hiç kullanmıyormuşçasına- aslında hayatı yapmış olanlar (Facebook). Arkadaşlık ilişkilerini oradaki listeye göre yapanlar, silerseniz bunu gurur meselesi haline getirenler, orada evlendiğini/boşandığını sananlar, bir süre sonra b.kunu çıkarıp fotoğraf albümü koyma zıbıtığı olanlar...

Kimsenin yaptığını/yapmadığını eleştirmek değil niyetim. Tüm derdim söylediği lafları ekmeğe bandıra bandıra yutanlar. Boşken, yokken var olmaya çalışanlar. Samimiyetsizliklerini, yalanlarını, birbirlerinin arkasından söyledikleri lafları bildiğim insanlar... Ünlü düşünür Serdar Ortaç'ın nadide eserinde belirttiği "Sana bir önerim olacak, hayatından mikropları at." cümlesindeki mikroplar...
"Giydirmiş" gibi mi oldum? Kış geldi de, biraz giyinmelisiniz diye düşündüm.

11 Eylül 2010 Cumartesi

Portakal


Portakal.
Kuşkusuz meyvelerin en şanlısı, şereflisi, en kıymetlisidir kirpiklerimin arasından dünyayı görmeye çalışan gözlerimde. Tadında olabilmektir marifet, şekerinin ayarını kaçırarak sulu olmayı marifet saymaktansa. Sekiz dilimde yenmelidir, tadına varmalıdır. Taze sıkılmışta yerini alabilecek kadar aranan olmalıdır. "Turuncu" olabilmektir sıcak "yaz" günlerine ithafen.
Kolay değildir portakal olmak. Kokusunu, tadını, rengini tutturabilmek herkesin harcı mıdır? Bense yoluma fazla tatlı portakal olarak başlamıştım ki iyi niyet şekerinden çürümeye yüz tutmuşken seyreltilecek kadar şanslıydım.
Ayarında olma yolunda yaşar insan, görür. Herşeyden biraz biraz olmaya çalışırken yaşar. Ortamın en yaşlısı olduğu halde, iyi niyet şekerinden göremese dahi, gösterecek birileri çıkar; dünyanın en şanslıysa eğer. Yıllardır hata olduğunu bilmeden yaşadıklarıyla ve artan yaşıyla dolduramadıkça prensip açıklarını, kapatmaya gider; içsel kurulunu acilen toplantıya alıp hızlı kararlara bağlayıp.
Susmaya alışır insan aslında. Bize anlatılan portakal kokulu bütün masallardaki cüssesi iri karakterler az konuşur. Konuştukça gömülürsünüz kelimelerinize, toplaması zor olur havaya üfürülen harflerin etkisini tek konu altında. Ve kelimeler siz istemedikçe çözünür gezegenin bol delikli "kaşar" atmosferinde. Sustuklarınız büyümez aslında içinizde, demlenir; tomurcuklu çay olur gelir ağzınıza, daha az ama yerinde olurlar. Olabildiğince. Üç nokta.
Yaz portakalı olduğunu bilmez bazı bünye. Ağustos'un ortasında gözlerimde ışıklar saçtıran cinsten. Kokusuyla tüm limbik sistemime çav bella söyleten. Yaz zamanı portakalla ilk karşılaştığımda yaşadığım şaşkınlığı yaşatır her sanmadığımı olur yaptığında. İyi niyet şekerimi bol sulu, kalsiyumlu yapısında çözündürdükçe biraz daha hazırlanırım kışa ve karşılaşma olasılığını göremediğim yaşanacaklara. Yaşanmışlıkları da çözümler, hale yola sokar. Ve herkes şunu bilir ki; her davranışın bir sebebi vardır. Kalın kabuklu kış portakalı yaz mevsimini de öğrenir.
Her olmaz dediği olayın maddeye dönüşüyle ve her yaşanmışlıkla mezhebi biraz daha genişler insanların, kedilerin, portakalların ve kahve fincanlarının... Ve her yaşanmışlık biraz daha susturur insanı. Yüzüne imalı bir gülüş ve göz kırpma koyar. Yaşar.
Zordur şekeri, suyu ve kabuk kalınlığı ayarlanmış bir portakal olabilmek, her mevsime dayanabilecek...
Not: Bu yazı bol atarlı, taze sıkılmış portakal suyudur. Kış portakalı ve yaz portakalı ara mevsimlerle zerre ilgilenmemektedir. Lütfen dünyadaki milyarlarca portakal artık sadece kendi hayatını yaşamayı öğrensindir.

Fotoğraf: http://evilangelo.deviantart.com/

16 Haziran 2010 Çarşamba

Sokur Sokur


Bir süredir kendi kendime, bir kaç gündür de Aşk'a sokranıp duruyorum. Çünkü olduğunu sandığım yaratıcılığımı kaybettim, bulamıyorum. Kendimce olduğuna inandığım. Size yaratıcı gelmese bile belki de içimdeki sadeliğe rağmen çok yaratıcı bir şekilde ifade ediyorumdur kendimi. Kim bilir. Ben bilir. Eşeğimi kaybetmiş gibiyim durduk yerde. Bulursam sevineceğim hem de öyle böyle değil. Dertleniyorum elimde değil. Elimde şöyle bir makine olsa neler çekerdim ulan! diye kendi kendime atarlanıp hayaller kurduğum fotoğraf makinesi de şu an, tam şu an pis pis sırıtarak bana bakıp nanik yapıyor. Kendime getirsin diye gitarı çıkardım attım ortaya yok olmuyor, eskiden ahenkle tıngırdattığım parçaları unuttuğumu bir kez daha algılayınca iyice dellendim başıma ağrılar girdi kabıma sığamadım. Film izleyim diyorum, bu sefer kadrajları, olay örgülerini, kostümleri kıskanıyorum. Farklı animasyon videolarına denk geldim normalde severek izlediğim, belki garip gelecek ama yapan insanların hayal dünyalarını kıskandım, dayanamadım kapattım. Kıskançlıktan... Gerçekten.
Duruyorum böyle. Kedi "gibi" boş bir noktaya sabitleyip düşünüyorum aradığım ne, ne yaparsam hayal dünyamı geri buldum diye sevinirim diye... Sonra bir lazer ışığı tutuyor bilinmeyen, onun peşinde koşuyorum. Annemizin aldığı mamayı da sevmedik bu sefer zaten, tavuklu sevmiyoruz lütfen değiştirsin...
Twitter'a bakamıyorum, Socrates'in sözlerini dahi çekemez hale geldim. Deviantart'tan bahsetmeme gerek var mı? Bakarsam üzülüyorum. Gözlerime uyku girmiyor. Kafamda kurgusunu yaptığım onca fotoğraf nereye gitti bilmiyorum. Buraya birşeyler yazayım diye giriyorum. Yok! Kelimelerim kayıp. Cümlelerimin içinde kafalarına göre hareket ediyorlar, yüzmeyi öğrenmişler sanki.
Kitap okuyup beyindeki çarkları döndüreyim dedim, gidip Gogol'un Bir Delinin Hatıra Defteri'ni seçtim. Burun ve Palto öykülerini de okuyup gerçeküstü tarzıyla kendimi iyice yaratıcılıkSIZ hissettim.
Ama ben biliyorum. Bunların hepsi Fringe'le alakalı. Eskiden bilimkurguya bayılırdım, delirirdim, dellenirdim falan işte. İzlemeye başlayıp da saçma bulmaya başladım bir kaç yerini o an "dank" etti birşeyler. Saçma olması gerek zaten. Bunu bile unutmuşum. Höyt dedim kendine gel! Bilimkurguyu bile unutmuşsun. Dizide de Walter oğluna sürekli hayal dünyanı ne zaman kaybettin evlat diye laf sokup duruyor ondan etkilendim belki de. Sabahlara kadar dizi izlemeyi bırakmalıyım sanırım.
Bana gergin olduğumu söylüyor yakın çevrem. Evet açıklıyorum. Kendimde olduğunu düşündüğüm şeyi arıyorum bulamıyorum. Kendimi memnun edecek birşeyler üretemedikçe de içimde kazılara çıkıyorum. Artık mor olmayan saçlarımla beraber beyni üretemeyen boş bir "apachi" gibi hissediyorum kendimi.
Büyümeyi hayal gücünün zayıflamasıyla eşanlamlı tuttum şu yaşıma kadar. 22 yaşındayım ve "ben bile" bazı yapmak istediğim şeylere "bu yaştan sonra nasıl başlanır ki?" diye bakmaya başladım. Bitecek okulu, başlanacak işi, kurulacak büyük hayatları şimdiden ajandama işaretledim ve emekliliğime erteler oldum. Aynı şekilde büyüyüp hayallerini aslında güçlerini kaybeden, büyüdüğünü sanmış insanların benim gibiler için çizdikleri "klasik" hayat çizgisinde yalpalamadan yürümeye çalışırken, onlar gibi olurken sokranıyorum. Eğitim adı altında kendimi bile öğrenemeden boş beyine dönüşümümü kutluyorum sabit noktalara odaklanarak. Sıyrılıp güçlü çıkanların ürettiklerine imrenerek... Kimi kendi çıkıyor yokuşu, kiminin arkasından iten yardımcı eller var.
Üretememek varlığımı üzüyor. Kendimde farkedemediklerimi gösterip açığa çıkarmamda yardımcı olan "Aşk" ise zorlandığım yokuşlarda bütün yükümü üstleniyor bazen ve sıyrılanlardan olacağımı hatırlatıyor bu sokranış dönemlerimde en içten gülüşü ile, en içime işleyen...
Kısacası, yaratıcılığımı kaybettim! Hükümsüzdür.

(Yazı boyunca dinlenip klibi kıskanılan şarkı ise Travis'ten geliyor... Selfish Jean... http://www.youtube.com/watch?v=-vLopvgJpZU )

28 Mart 2010 Pazar

BITTIRI


Bıttırı evet. Bıttırı benim Fizy hesabımdaki "copturu, cıpcıp, tırtırı" gibi listemden birisi. Bi' anlamı yok. Fizy bir listeye en fazla 25 şarkı sığdırabildiği için böyle bir sınıflandırmaya götürdü beni. Yazının başlığı da blogspot benden bir başlık istediği için "bıttırı". Aslında hani "noktayı da koyarım böyle" hissi vermek için "." da yapabilirdim ama ne biliyim her yanımız da entel dolu be zaten.
Aranızda kalemine falan anlamlar veren var mı? Eminim vardır. "O" vermiştir falan onu değil mi? Halbuki kaleme manyak gibi bağlanıp ona en ufak bir şey olduğunda ortalığı ayağa kaldıracağınıza, kalemi neden verdiğini düşünüp daha derin anlamlar bulabilirsiniz.
Pek film izlemem, bilen bilir. Hayatımın yeni dönemlerindeyim her türlü. Bu dönemlerden birisi de film izlemek. Geçenlerde "Forrest Gump"ı izledim. (Evet bu derece film izlemeye yeni başladım. "Yeni"yi kelime anlamıyla kullanmıştım, gerçekten.) Bana en çekici gelen IQ'su 75 olan bir insanın fazla derinlemesine düşünemeden riskleri gözardı ederek atıldığı şeylerde başarılı olmasıydı. Yani her zaman sık eleyip sık dokumanın anlamsız hatta zararlı olduğunu düşünmüşümdür. Bunu düşünüp bir yerlerde bırakmıştım ki arada kullanıyorum. Sürekli düşünmüyorum böyle. Çünkü geniş zamanlarım "haydaaa" diyerek atıldığım şeylerde mutlu etti beni. Hani şu evlilik programlarında şunu olsun bunu olsun diyen teyzeler var ya, bence bi'kaç sebeple geri çevirdikleri amcalarla çok büyük mutlulukları kaçırıyorlar. Belki tabi. Sagopa'cım ne de güzel söylemiş: "En temiz denizde bile var gözden ırak koli basil..." Sonra da Himym eklemiş "There is always a "but"." Var arkadaşım. Herşeyin, herkesin bir kusuru var. Kusursuz ve en anlamlı olanı aramaya kalkarak üzülmek neden? Neyse...
Geçenlerde de otobüste yine toplum adına yüksek sesle yorumlaşan iki amca var. Egolarını onlara destek veren kafa sallama hareketiyle tatmin eden... Amcanın birisi diğerine sordu "Nerelisin?" Amca gülerek döndü ve dedi ki: "Aziz Nesinliyim." yürüdü indi. Abo. Şu amca kadar olabilir misiniz ey o basmalı kahverengi Rotring'e anlamlar yükleyen duygu pıtırcıkları?
Peki ya bilgisayara kendini kaptırmış annemin yanında, yine günler sonra Black Eyed Peas fonlu Victoria's Secret yılbaşı şeysini izlerken ben sesimi duyacağı umuduyla şunu demem: " Anne ya iyi ki böyle vücudum falan yok, bu halde bile bu kadar kendimi beğenmişsem aboo böyle olsam selamı sırıkla uzatırdı insanlar." Baktım annemde ses yok. Bir dakika sonra dönerek: " Ne? Kim sırık gibi? Bakıyım... " demesi? Resmen annemin "temporary" değeriymişim ama cümlemi nasıl bir şey bu hale getirdi bilmiyorum. İşte annemin bu hali kadar da umursamazım dünyaya karşı.
Mutfakta yemek için toplanmışız ailecek. Herkes köşesinden gelmiş, mutlu aile tablomuzu tamamlayan kedilerimiz koşuşturmakta. Sevgili kardeşim Mert bir olaya "zaaa xd" diyerek tepki verir. Hem "zaa"ya hem de "xd" ye olan tepkili hayatımdan dolayı da ben veririm tepkimi. Sonra sürekli planlar yapan annem ortaya şu cümleyi atar beş dakika sonra, gayet sakin : "Arabayı satsam mı ki?" Hiç çekinmeden gocunmadan Mert'le yüksek frekanslı ses aralığında şu tepkiyi verdik. "ZAAA XD". Pişman değilim. Böyle de uyumluyum hayata karşı. Yeter ki gülerken gelsin bana.
Bir de şu otobüs tıklım tıkışken ineceği durağa metreler kala, insanlarla yüksek aksiyonda yer değiştirip kapıya yakınlaşmaya çalışan tipler var ya... Arkadaşım ben ilkokul üçten beri metro/otobüs/dolmuş türü toplu taşıma araçlarını kullanıyorum. Ne metrolar gördüm "bin" durak önceden inme planları yapardım, ne otobüsler gördüm kapılara "bin" körük kadar uzaktım. Hiç birinde de kalmadım. Hep indim. Gönül isterdi ki hep kalayım da anlatacak bir şeylerim olsun. Özellikle de araç durunca o kadar kolay oluyor ki kapıya yaklaşmak anlatamam. En basitinden uğraşmanız gereken bir "eylemsizlik ivmesi" olmuyor "ağırlık merkezi"nizi ısrarla yere çekmeye çalışıp insanları yüksek momentumlarla devirmenizi sağlayan. Böyle de atarlıyım yeri gelince. Perdelerimi kaldırdığımda da kedi gibiyim evet, tırmalarım.
Öyşe işte. Bu yazı da öyle "göttürü" bir anılar toplamacasıdır.
Ha bi de, hani aşk diye bir şey yok demiştim ya, yalandı.

24 Ocak 2010 Pazar

Andımız


Bir akşam üstü ansızın yorulmaktansa canınız ciddi derecede topuklu ayakkabı çekerse, saçınıza kahkül kestirmeyi planlarsanız, siyah pantolonlardan etek ve elbiselere geçiş yapmaya başladıysanız yavaştan, hayatınızın temel prensipleri dediğiniz taşlar olduğu gibi yerinden oynadıysa ve yerleri boşsa, eski lisenizin yanından geçerken öğle arasında gezen bir kaç öğrenci grubu size eskiyi hatırlatıp gülümsemenize sebep oluyorsa ve aradan geçen zamanı damarlarınızda hissediyorsanız...
Farketmeden geçen zaman... Gülümsetir sizi eski lisenizin bahçesinde toplanmış karne günü kalabalığı, siz biraz uzaklarından otobüsle geçerken haberleri dahi olmaz. O kalabalık aşkların en büyüğünü yaşadığını sanar, en temiz. En büyük acıları çeker gerçek olduğunu sanarak. En bağlı arkadaşlıkları kurar, hiç gitmeyen. İstisnaya sebebiyet verebilse de bazen... Kapalıdır içine. Güzeldir. Gülümsetir adamı bir akşam üstü ansızın. Habersizdir en azından. Cahildir. Cehalet, okumamak değildir çoğu zaman. Habersizdir, temizdir, masumdur, saftır, gerçektir, en mutsuzdur, en güzeldir. Bilmez.
Bir akşamüstü başkalarını gülümsetir bilmez o kalabalık.
Gülümser insan karşı çıktığı şeylere zamanla. Çay içebilmekle başlamıştı türk kahvesine giden yol... Parlatıcılı rujlara giden yol ise her zaman Nivea vişneliden geçmişti. Topuklu ayakkabılar ise yol vermişti farkında olmadan boy uzatan botlara... Liseden kalma masumluğuma yol veren ise birden fazla şey olmuştu. İnsan bol bol düşünebiliyor net cevaplar verebileceği konular artık net olmadığında. Sorulduğunda "dan" diye söyleyebileceği cevapları olsun diye ( buarada http://www.formspring.me/ByByBlackBird). Böyle "bön" diye kalıyorsunuz prensiplerinizi yenileriyle değiştirmek zorunda kalınca. Çünkü "zaman" size "çat" diye geçirdiğinde bunu yapmak durumunda kalıyorsunuz "pat" diye. Sonra "haydeeee" diye bir havaya giriyorsunuz "tak" diye tepeniz atınca. Bunu uzatabilirim farkındasınız değil mi? Neyse. Ama yorucu bir şey hayatınıza yön veren belli başlı konularda net cevaplarınızın olmaması ve eski düşüncelerin kesinlikle yenileriyle değiştirileceğinin farkında olmak.
Tek hissedebildiğiniz bazı şeylerin üzerinden geçen zamansa daha yorucu olabiliyor bazen... Boşa kürek çektiğini farketmek ya da aslında tam olarak da doluya gitmek farkında olmadan? İçte kalan iki gıdım masumluk aileye, en yakın arkadaşlara ve kedilerinize yetecek kadar kalmış da olabilir benim gibi. Ki kedi sayınız birden fazlaysa masumluğunuz bu kadar parçaya bölmeye yetecek kadar bile de olmayabilir benim gibi.
Hatta bir akşam ansızın Okan Bayülgen sevmeye bile başlayabilirsiniz eskiden hiç sevmezken. Allahım! Kısacası artık bir "eskiniz" varsa ve bunu hissediyorsanız ilk defa, değiştiyseniz dibine kadar, masumiyetin sadece kırıntısı kalmışsa ceplerinizde, siz de benim gibi, ansızın, evin ortasında "Andımız"ı okurken bulabilirsiniz kendinizi!

8 Ocak 2010 Cuma

En Geniş Zamanlarımda...


"Ah be deli!" dedim kendime; günüme; serviste camdan dışarı bakıp, kulağıma Grup Vitamin'den Şimdi Nolcek şarkısını açıp, telaşedeki insanlarla onlardan habersiz klibimi çekerken, yanımdakinin anlam veremediği kikirme sesimle başlarken ve Batıkent'in girişindeki ışıklardan koşarak karşıdan karşıya geçerken, "ya üzerine düşersem ve parçalara ayrılırsam" diye kendisinden çekindiğim, yandan oldukça ince ve ölümcül görünen "U" dönüşü tabelasının yanından geçerek son verdiğim günü de içine alan zamanların evvelinde. "Ah be deli!.."
Sabah erkenden yatakta on dakika düşünüp "gitmeli mi gitmemeli mi"yi okula, "Hindi gibi düşüneceğime tavuk gibi uyurum." diye cevap verip sonra gülümseyip "Bu sözün üzerine uyurum ben arkadaş." diye omzuma dokunup yataktan yarım saat geç kalkıp g.tüm g.tüm Sıhhıye'den gittiğim zamanlarımın günleri de oldu.
Muhtemelen metroda çaprazındaki kızı keserek zamanların en genişinde kimseyle etkileşime geçememiş insanlar da oldu çaprazlarımda... Kızlar da oldu karşılarımda; geniş geniş incelediler zamanın bolluğunda saçlarımı ve anlam veremedikleri rengini...
Saçma somutlara anlamlar yüklediğim de oldu görünce sevindiğim ya da nadiren üzüldüğüm zamanlarımda. Sonra ortadan kaldırdığım zamanlarım da oldu hissizliğe götürmeye çalıştığım aslında çalışmadığım bire bir öyle bir karakterim olduğunu kabul etmediğim o zamanlarımda.
Bir tek "O"na benzettiklerimden kaçmadım. Yeşilse sarı gördüm "O"ndaki sarıydı diye. "Ah be deli!" dedim kendime pantolon da mı benzetilir dedim. Hem ben sarı sevmem. Kikirdedim gelecek zamanlarımdan gelen benle oturup. İstediğimiz zaman oturup "oje" de sürdük benle, saçlarımızı da yaptık en zamansız uykularımızdan önce. Starsailor "i wanna love u but my hands are tied..." diyince durdurduk şarkıyı da bir anda da "Çektir git o zaman." dedik kikirdeştik gecenin bütün zamanlarında."ki" bağlacını da attık beraber sahte sarışın etkili şirinliğini farkedip. Oturduk benle...
Güçsüz olmaya çalıştığım zamanlarım da oldu. Çünkü insan kendinden dahi bıkar en geniş zamanların bazı anlarında. Kendine inat başkası gibi davranır ve bundan haz duyar kendi zamanlarından dışarı çıkıp, bakınca. Ama eğer beyni ve hormonları belirli zamanlara kurulmuşsa bir yerden sonra kendi klasiklerini oynatır sizin modern zamanlarınızda. "Tık!" der ve başlar zaman. Beyniniz engellerken geçmişten gelenleri duvar örerek, şimdiki zamanın gelecekle paralelliğinde yaşatırken vücudunuzu; "geçici dopamin, noradrenalin, prolaktin, luliberin ve oksitosin yükselişiniz" dururken, "Feniletilamin molekülleri"niz limbik sistem nöronlarınızı doyurmaktan vazgeçerler. Bilinç karışamaz, altı daha güçlüyken. "Tık!" der. Bir "an", "tık" der gelir zamanlarınızın hepsine.
Hatta geçmiş zamanlarınızda yarım düzine ayda yaşadığınız endorfin şefkatini, artık bir kaç haftada tüketirsiniz. Bir kaç hafta... İnsan öğrenir, en geniş zamanlarında; hatırlamayı unutur bazen şimdiki zamanın karmaşasında...